14 Aralık 2009 Pazartesi

Dua

Biz daha dünyada yokken
Daha doğrusu daha dünya yokken
Yani hiçken biz
Bir o kadar da her şeyken
Dansedermiş ruhlar.
Milyonlarcası hep beraber,
dalgalanırmış boşlukta.
Dua ederlermiş ağlayarak.
Tek bir istekleri varmış.
Birbirlerine dokunabilmek.
O kadar çok dansetmişler ki
sonunda duaları kabul olmuş.
Gözlerini açtıklarında birbirlerine dokunabilir olmuşlar.
Ama ne olduklarını, nereden geldiklerini unutmuşlar.
Boyut değiştirmenin yan etkilerinden biriymiş bu.
Hafıza kaybı.
Kim olduklarını hatırlamaları zaman almış.
Uzun bir zaman.
Her şeyi hatırladıklarında yaşlanmışlar.
Yorulmuşlar.
Ama asla pişman olmamışlar.
Gülümsemişler.
Ve hep birlikte dans etmeye devam etmişler,
kaldıkları yerden.

24 Kasım 2009 Salı

8888888

8888888 adet kuralın yazılı olduğu kitabı eline aldı.
Gözlüklerini taktı.
Diğer elinde fosforlu yeşil kalemi.
Yanında sütlü kahvesi.
Kitabın ilk sayfasını açtı ve okumaya başladı.
Sayfanın ortasında tek bir cümle vardı.
" Ne istediğini ben belirlerim."
" Sen kimsin?" dedi içinden.
2. sayfayı açtı.
2. sayfada da aynı şey yazıyordu.
Hemen 3. sayfayı açtı.
Onda da aynı cümle yazıyordu.
Hızlı hızlı diğer sayfalara da baktı.
Onlarda da değişik bir şey yazmıyordu.
Hemen 8888888. sayfayı açtı.
Ve biraz da olsa rahatladı.
"Belirledim. İşlem tamamdır."
yazıyordu son sayfada.


Kitabı okuyan bu kişiyi, uzaktan izliyordum.
Beni şaşırtan son cümleyi okuduğunda rahatlamasıydı.
Halbuki bunu okuduktan sonra paniğe kapılması gerekirdi.

Nedenini şöyle açıklayabilirim;
Dışardan gelen bir komutu, beynin onaylamasına izin vererek kendisini sınırlamıştı.
"Oksijenli bir ortamda nefesini neden tutuyorsun?
Okyanusta yüzmek isterken, ellerini,ayaklarını neden bağlıyorsun?"
demek isterdim kendisine beni duyabilseydi.

"Sınır demek, sıfır özgürlük demek.
Sınır demek, ölmek demek efendim" demek isterdim.

Ölmüş biri hakkında daha fazla konuşmanın anlamsızlığını farkedip bu yazıma son veriyorum.

Başımız sağolsun.

9 Kasım 2009 Pazartesi

Uykusuzluk

Öğleden sonra saat 4 te uyandı Şirin.
Gece bir dakika bile gözlerini kırpmamıştı.
Bu saate kadar odasının ışığı da açık kalmıştı.
Elektrik faturasıyla nasıl başa çıkacağım diye düşünüyordu dişlerini fırçalarken.
Gözleri şişmişti yorgunluktan.
Göz altları da mosmordu.
Bugün Arda'yla buluşmasam mı acaba diye içinden geçirdi.
Ama çocuğu 2 haftadır oyaladığı aklına geldi.
Hemen duşa girdi.
10 dakikada çıktı.
Koştura koştura odasına giderken ayağı kayıp yere düştü.
Çarpmanın etkisiyle alnı yarıldı.
Ne olduğunu anlamadı başlangıçta.
Ancak ağzında kan tadı hissedince kendine gelmeye başladı.
Kapının kolundan güç alarak yerden kalktı.
Tekrar banyoya girip aynaya baktı.
Ve gördüğü manzaranın karşısında 2. defa şoka girdi.
Alnında 2cmlik bir kesik vardı.
Eline gelen ilk havluyu alıp alnına bastırmaya başladı.
Bembeyaz olan havlu 3 dakika içinde kıpkırmızı olmuştu.
Ne yapacağını bilemez halde evde dolanmaya başladı.
Geçtiği yerde iz bırakıyordu.
Kan izini.
Yatağın üzerinde duran cep telefonunu alıp Arda'yı aradı.
Ağlamaktan neler olduğunu anlatamıyordu.
Böğürme, çığlık ve bağırma sesleri içinden " Hemen eve gel" cümlesini seçen Arda arabaya atladığı gibi Şirin'in evine geldi.
Apartmana girdiğinde Şirin'in " İmdat! Kurtarın beni" şeklindeki çığlıklarını duydu.
Koşar adımlarla merdivenlerden çıktı.
Ve kapıyı yumruklamaya başladı.
"Kapıyı aç Şirin" diye bağırıyordu.
2 saniye sonra kapı açıldı ama karşısında duran kadın Şirin değildi.
Adriana Lima'ydı.
Ve " Merhaba Arda " diyordu gülümseyerek.
Sonra Adriana'nın sesi kalınlaşmaya başladı.
Aman allahım ne kadar kötü bir sesi var bu kadının derken sesin başkasına ait olduğunu farketti.
" Arda bey mesai saatleri içinde uyumuyoruz" diyordu bu ses.
Gözlerini açtığında işyerindeki masasının üzerinde uyuyakalmış olduğunu farketti.
Başı zonkluyordu.
Dün gecenin etkisinden kurtulamamıştı hala.
Bir daha haftaiçi bu kadar içmeyeceğim diye söz verdi kendine.
Ve bir kahve almak için masasından kalktı.

6 Kasım 2009 Cuma

Geçiş

Aşk, varoluşu farketmeye geçişte, tetikleyici bir unsurdur.
Karşı tarafı çözmeye çalıştıkça aslında kendini çözme yolunda büyük adımlar atarsın.
Ona yöneldiğini zannederken aslında yöneldiğin tamamen "sensin"dir.

Bu bir aldatmacadır aslında.
Birini putlaştırmaya başladıkça, bünye tepkiler vermeye başlar.
"Dur!" der.
Bir taraftan da "Koş!" der.
Sonra bu iki tepkinin bu kadar çelişkili olmasına şaşırır.
İşte her şey bu aşamadan sonra başlar.
Bu çelişkinin nedenini araştırmaya başladıkça insan, kendisiyle ilgili farklı şeyler keşfetmeye başlar.
Yani hayat koşturması içinde kaçtığımız soru ve cevaplarla, bu tetikleyen duygu yoğunluğu v.s. dediğimiz "aşk" sayesinde, yüzleşiriz.
Ve bu sorulara cevaplar,cevaplara da sorular üretmeye çalışırız.
Hem de isteyerek,
seve seve yaparız bunu.

Yani zannımca aşk, " Ay efendim uçuyorum. Ne kadar da seviyorum. Kelebekler. Böcekler." gibi yüzeysel bir şey değildir.
Bir geçiştir.

Yalnız herkes aşık olacak diye bir kaide yoktur.
Zayıf noktan neresiyse oradan yakalanırsın.
Kimini büyük bir hastalık tetikler.
Kimini bir ölüm.
Kimini bir doğum.
Bunun gibi kendini bulmaya götüren bir çok geçiş vardır.
Ve herkes kendine uygun bir tanesinden geçecektir.

28 Ekim 2009 Çarşamba

Büyücü Büyü

Tamam.
Kabul ediyorum.
Yıllara takmış durumdayım.
Rakamları sevmem normalde ama.
Bu farklı.
Alanı daraltmasını seviyorum.
Kocaman olanı minicik yapmasını seviyorum.
Evet.
Beklenen an geldi.
Yıl 2003.
Büyü'nün büyücü olduğu yıl.
Bir meteor düşerse insanın kafasına başka ne olabilirdi ki
Olanlar olmuş.
Büyü, büyücü olmuş.
Büyücü Büyü.
Ondan sonra küçülmeye başlamış.
Küçüldükçe sevilmiş.
Kısır bir döngü anlayacağın.
Yıl 2010.
Büyücü büyümüş.
Büyük bir büyücü olmuş.
Boyu 2 metreye ulaşmış.
Kapılardan geçemez olmuş.
Bu duruma çok sinirlenmiş.
Bacaklarını kesmiş.
Sonra mutlu bir büyücü olmuş.
Umutlanmış.
Ne de olsa umutsuzluğa kapılmanın büyük bir suç olduğunu biliyormuş.
Bunu bir kitapta okumuş.
Ama şuan hangi kitap olduğunu hatırlamıyor.
Unutkan bir büyücü olmuş sonra.
Günün birinde o da büyülenmiş.
Ünlenmiş.
Küllenmiş.
Miş.

26 Ekim 2009 Pazartesi

Cambaz

Minik Cambaz Bebekler!
Bu ilanı gördüğüm yıl 1230.
O zamanlar gencim.
İçim kıpır kıpır.
Uçmak istiyorum.
Bir mutluluk ki sormayın.
Neyse konumuza dönelim.

Panodaki resimde 30 tane bebek ellerindeki biberonla ince ve uzun bir ipin üzerinde ilerliyor.
İlginç bir şekilde çok rahat gözüküyorlar.
Kimisi gülüyor.
Kimisi sütünü içiyor.
Gözlerinde korku veya heyecan belirtisi yok.
O an bu gösteriye gitmeye karar veriyorum.

Gösteri saat 11.00'deymiş.

Saat:11.10-Gösterinin yapılacağı meydandayım.Anjelique ile konuşmaya dalmışım. Geç kaldım.
Saat:11.11-Meydan çok kalabalık. Gözlerimle önlerde yer bulmaya çalışıyorum.
Saat:11.12-En öndeyim.
Saat:11.13-Müzik başladı.
Saat:11.14-Bebekler görüldü.
Saat:11.15-Kalabalıktan çıt çıkmıyor.
Saat:11.16-Galiba dilimi yuttum.
Saat:11.17-Bu bebekler daha kendilerini bilmezken nasıl olur da bu ipin üzerindeler.
Saat:11.18-Bebeklerden 10u yere düştü. Kalabalıktan yükselen sesler. Çığlıklar.
Saat:11.19-Yirmi bebek hala hayatta.
Saat:11.20-Bu gösteriyi düzenleyen cambaz, kalabalığı yatıştırmak için konuşmaya başladı.

Bu konuşmadan kısa kısa alıntılar:

"...İnce çizgiler ey ahali
ince çizgiler.
Kimini deli yapar, kimini dahi.
Kimini yerden yere vurur, kimini büyütür.
Kimini saf yapar, kimini salak.
Kimini de benim gibi darağacına götürür...."

Bu konuşmayı yapan cambaz 10 dakika sonra meydanın ortasındaki darağacına asılır.
Suçu: 10 bebeğin ölümüne sebebiyet vermek.

Saat:11.40-Evimdeyim.

22 Ağustos 2009 Cumartesi

Aurora 2

" Hayvan olman suç değil ki,
Suç olan hayvan olman gereken yerde insan,
insan olman gereken yerde hayvan olmandır.
Bu mucizevi tezatlıktan korkma.
Parla ve güzelliğini anla ey ademoğlu." dedi Aurora
Ve gözlerini açtı.
Gözlerini açtığı an gece gündüz oldu.
Bundan sonra insanlığı gecesiz bir 6 ay bekliyordu.
Evet.
Gecesiz bir 6 ay.

8 Ağustos 2009 Cumartesi

Miles&Rio

" Benim " h " halime takılmayı bırakıp, " i " halime bak artık. " diye bağırdı Rio elindeki vazoyu duvara fırlatırken.
Miles sağa doğru hamle yapmasaydı, vazo alnının tam ortasına isabet edecekti.
Bir an şanslı olduğunu hissetti.
Ama sadece bir an.
Sonra yıldızlar, yıldızlar, yıldızlar.
" Biri bana mı sesleniyor? " diye sayıklarken Miles kendine gelmeye başlamıştı.
Demek ki 2. vazodan kurtulabilecek kadar şanslı değildi.
Rio durmadan ağlıyordu.
Pişmanlık, pişmanlık, pişmanlık.
" Sussa artık. Bu vıyaklamayı duymaktansa kafama bir vazo daha yemeye razıyım. " diye aklından geçiriyordu.
Birden sustu Rio." Aklımdan geçenleri mi duydu acaba? " diye düşünürken tedirgin bir şekilde gözlerinin içine bakıyordu Rio'nun.
Rio ayağa kalktı. Topuklu ayakkabılarını giydi.Kapıyı sertçe kapatıp evden dısarı çıktı.
Yerde kırılmış vazolar, Miles'ın kanı, Miles, sandalyeler, yastıklar.
" Bunları toplamam mı gerekiyor? " derken beyin kanaması.

7 Ağustos 2009 Cuma

Ses

Dışarıdan gelen korkunç ses yüzünden o sabah erken uyandı Alphonse.
Kulaklarını elleriyle kapatıp ağzını kocaman açtı.
Sesin etkisi azalır umuduyla.
Ama nafile.
Ses sanki giderek yükseliyordu.
Dolabı açtı.
Mavi aynalı kutusunda duran kulak tıkaçlarını alıp kulaklarına yerleştirdi.
Yatağına uzandı.
Ama yine duyuyordu aynı korkunç sesi.
O kadar yüksek bir sesti ki birazdan kafatasının ikiye ayrılıp beyninin akacağına yemin edebilirdi.
Ardı ardına bombalar patlıyordu sanki.
" Dünya mı yok oluyor acaba* " diye düşünüyordu kafasını yastığa bastırırken.
1 saat geçmişti yaşadığı bu işkencenin üzerinden.
Ama kulak zarları hala patlamamıştı.
" Patlasalar keşke de dursa bu korkunç ses. " diye içinden geçiriyordu.
O sırada aklına dahiyane bir fikir geldi.
Kulak temizleme çubuklarını alıp kulaklarına yerleştirdi.
En sevdiği şarkıyı sonuna kadar açtı.
Ne de olsa bir daha dinleyemeyecekti.
Şarkı bittiği an gözlerini kapattı ve ellerini kulaklarının yanına getirdi.
Ve birden bütün gücüyle vurarak çubukları kulağına soktu.
Anlık bir acı hissetti.
Sonrası ise sonsuz bir huzur.

28 Temmuz 2009 Salı

Gözlükler

"Güneş gözlüklerini takmayı unutma" dedi.
Gözlerini kamaştıran ışığa bakarken.
O sırada plaj çantasından 5 metre uzunluğunda, 2 metre genişliğinde 2 gözlük çıkardı.
Birini Suziye verdi.
Diğerini kendi taktı.
Beyaz, kocaman,2 gözlük.
Sapları yok.
Gözbebeklerini algıladığı an havada asılı duruyor.
Herkeste bu gözlüklerden var.
Plaja kuşbakışı baktığında muhteşem renkleriyle bu gözlükleri görüyorsun.

Gelelim Suzi'ye.
Suzi bu gözlüklerden birini taktığı an her şeyi unuttu.
"Ben kimim?, niye burdayım?" diye plajda koşturmaya başladı.
Tabi Arthur da peşinden.
2 dakika sonra Suzi'yi yakaladı ve gözlüğü çıkardı.
Yaşadığı hayalkırıklığı Arthur'un yüzünden okunuyordu.
Sadece "niye?" diyebildi.

Görevlileri çağırdı ve Suzi'yi plajdan atmalarını söyledi.
Suzi ne olduğunu anlamadığı için şaşkın şaşkın etrafına bakıyordu.

Arthur ise şezlonguna uzandı ve güneşlenmeye devam etti.
Etrafa onun gibi bakanlarla beraber.

30 Mayıs 2009 Cumartesi

Adolf'un Tekerlemesi

Adolf nehir kenarında yürürken şu tekerlemeyi tekrarlıyordu sesli bir şekilde:
" Mutluyum, çok mutluyum, uçuyorum adeta."
120 defa tekrarladı bu tekerlemeyi.
Etraftaki kuşlar, böcekler hatta bulutlar bile etkilenmişti bu tekerlemeden.
Onlar da söylemeye başladılar hep bir ağızdan.
Herkesin yüzü gülüyordu.
Angela Köprüsü'nün üzerine kadar bu büyülü tekerlemeyi söyleyerek geldiler.
Birden gök gürlemeye başladı.
Ne olduğunu anlamak için kafamı yukarı kaldırdım.
Bulutlar ağlamaya başlamıştı, kuşlarla birlikte.
Hiçbir şey anlamıyordum bu olup bitenden.
Adolf bir şeyler biliyordur belki diye ona döndüm.
Köprünün üzerine çıkmış bana el sallıyordu.
Ve birden kendini korkuluklardan aşağı bıraktı.
Hayal gördüğümü sandım ilk önce yaşadığım şokun etkisiyle.
Ama her şey o kadar gerçekti ki yerimden kıpırdayamıyordum.
Omzuma dokunan elin sıcaklığıyla kendime geldim.
Gülümsüyordu elin sahibi.
Hiç bir korku veya şaşkınlık belirtisi yoktu yüzünde.
Bütün bu olanlara rağmen yüzündeki sakinlik şaşırtmıştı beni.
İçimden geçenleri duyuyormuş gibi konuşmaya başladı.
" Mutlu olmak istediklerini mi sanıyorsun gerçekten? " dedi.
" Mutlu olmayı kim istemez ki? " dedim sinirli bir şekilde.
" Mutluluk, ağır gelir bedenlere. Taşıyamazlar uzun süre. Bu nedenle kendi elleriyle yok ederler o heyecanı. " dedi aynı sakinlikle.
Bu yaşlı adamın dedikleri doğru olabilir miydi?

1 Mayıs 2009 Cuma

Puzzle

Doğum gününde eline bir puzzle tutuşturdu annesi. İlk defa karşılaşmanın verdiği heyecanla odasına koştu ve kutuyu boşaltıp, içindeki küçük parçaları incelemeye başladı.

Tamamladıktan sonra ortaya çıkacak olan bir doğa resmiydi.

Nereden başlaması gerektiğini düşünürken,pastasını yiyiyordu."Çok lezzetli" diye içinden gecirdi. "Tam istediğim gibi."

2000 parçayı biraraya getirmesi gerekiyordu.

Ortadan mı başlamalı, kenarlardan mı yoksa birbiriyle aynı renkte olan parçaları mı bir kenara ayırmalıydı?

Kaç yaşına girmiştim? diye düşündü ağzına bulaşan kremayı silerken.

" 8 yaşına girmişim. Yıllar ne kadar da hızlı geçiyor. Çok büyüdüm. Okula başladım geçen sene. Minik kardeşim hala tanımıyor dünyayı." derken gülümsüyordu.

Odanın ortasında duran halıyı kenara çekti ilk önce. Sonra yere oturdu ve gözlüğünü taktı. O sırada karşısında asılı olan aynaya gözü takıldı." Gözlükleri taktığımda 10 yaşında gibi duruyorum." dedi kendini daha bir güçlü hissederek.

Parçaları heyecanla ayırmaya başladı. O kadar uzun süre gözleri parçalara odaklı şekilde durmuştu ki burnundan akan sümüğü hissetmedi. Yere inmesine saniyeler kala havada yakaladı eliyle. Bir zafer kazanmış edasıyla güldü.

1. İHTİMAL: (10 yıl sonra bir pazar sabahı aynı oda.)
Puzzle'ın tek parçasını inatla ararken, resmin tamamını kaçırması ihtimali.
O kadar uzun süre aradı ki o parçayı, sonunda sıkıldı. 2000 yılı mayıs ayının 12. günü bütün parçalarıyla birlikte çöpe attı puzzle'ı.

2. İHTİMAL: (10 yıl sonra bir pazar akşamı aynı oda.)
Puzzle'ı yarısına kadar bitirip, resimdeki kümülüs bulutunun eksik parçasına odaklanması sonucu resmi yarıda bırakıp, yeni bir puzzle'a başlaması ihtimali.

3. İHTİMAL: (10 gün sonra bir pazar sabahı aynı odanın duvarı.)
Puzzle'ın bütün parçalarını birleştirip, aradığı o eksik parçanın yerini boş bıraktıktan sonra duvara asması ihtimali.
Çok mutlu. 2 saat sonra yapılan temizliğin ardından eksik parça yatağın altında bulunur.
MUTLU SON.

30 Nisan 2009 Perşembe

Körler Orkestrası

İyisi kötüsü yok.
İyi yok, kötü yok.
Sen varsın, ben varım,
biz varız.
Gözlerin yanıltmasın seni.
Anlayabilmen için görüntüler, sesler.
Niye kategorize edersin?
Aslında baktığın sensin.
Bir daha bak.
Ama korkmadan bu sefer.
Parladığını göreceksin.
O zaman bir bakmışsın,
tek olmuşuz.

18 Nisan 2009 Cumartesi

Mösyö Brun

Madam Le Peto'nun aksanındaki garipliği şimdi fark etmen şaşırttı beni dedi Mösyö Brun elindeki kalemi mürekkep şişesine batırırken.

Matmazel Adalyn'nin yazdığı mektuba cevap vermeye karar vermişti o sabah. Ona karşı hiçbir şey hissetmediği ve onu tekrar görmesinin anlamsız olduğu gerçeğini söylemeyi ne kadar da çok isterdi aslında. Ama Matmazel Adalyn'nin o ağlamaklı sesini ve gerçeği öğrendiğinde oluşacak yüz ifadesini görmektense, 5000 yıl boyunca onunla evli kalmayı tercih ederdi.

Ve aynen dediği gibi yaptı.

1346 sonbaharında evlendiler.
5 çocuk yaptılar.
10 tane torunları oldu.

Cesetleri Grasse kasabası'ndaki evlerinin bahçesine gömülü halde bulundu.
5 yıl boyunca yapılan araştırmalar neticesinde herhangi bir sonuca ulaşamayan emniyet dosyayı işlemden kaldırdı.

Geçen gün inceleme fırsatı buldum bu konuya ilişkin belgeleri.
Dikkatimi ilk çeken şey Mösyö Brun'un, Matmazel Adalyn'e yazıp asla vermediği mektuptu.

Mösyö Brun mektubunda aynen şöyle diyordu:

" seninle evlenmek istediğime eminim çünkü sana aşık değilim. Aksi halde Penelope ile evlenirdim"

Mektubu okuduktan sonra Penelope'yi araştırmaya karar verdim. 5 dakika içinde adresine ulaştım ve yarım saat sonra Penelope'nin St. Tropez'deki evine gitmek üzere yola çıkmıştım bile.

3 saat sonra oradaydım.
70 yaşlarında kocaman mavi gözleri olan yaşlı bir kadın açtı kapıyı.
Evet karşımda duran Penelope'nin ta kendisiydi.

Beni içeri davet etti.
Mösyö Brun ve ona olan aşkından konuştuk uzun uzun.

Konuşmamızın sonunda bana "Mösyö Brun'a selam söyle" dedi.

Başta yanlış anladığımı sandım.
Ama aynı cümleyi tekrarladı.
2 dakika sonra bir hafiflik hissettim.
Uçuyordum sanki.
Ölüyordum ya da.
Penelope, Mösyö Brun'a selam söylemem için öldürmüştü beni.

Ne büyük bir aşk ama.

1 Nisan 2009 Çarşamba

Yedek

"Kendimi yeşil sahalarda görmek istiyorum.
Yoksa Kulüp değiştirmem yakındır.
Yeteneklerim harcanmasın değil mi?"

şeklindeki açıklamaları dikkate alınmış olsaydı,
takım başarıdan başarıya koşardı.

30 Mart 2009 Pazartesi

Abaysan Adası

Karaya çıktığı yıl ben diyeyim M.Ö.320 ,siz deyin M.Ö.300.
Önemli olan zaman değil zaten.
Dekadant'ın saçlarının en uzun olduğu dönem.
O kadar uzun ki denizden çıktığında ayağına dolanıp düşmesine neden olurmuş bu saçlar.
Kızımız sinirli o sıralar.
Eline aldığı taşı sivrilttikten sonra başlamış kesmeye canım saçları.
Kestikçe ağlıyormuş, ağladıkça deniz yükseliyormuş.
O kadar ağlamış ki deniz Abaysan Adası'nı yutmuş Dekadantla beraber.
Daha da sinirlenmiş bu duruma.
Balık olmuş suyu gören bacakları.
Elinde Bahreyn İncisi yüzmeye devam etmiş.
Bu incinin durumu Dekadant'ın saçlarınınkinden daha vahim.
Çok değerli sözü edilen inci.
Koruması için Dekadant'a veriliyor yıllar önce.
Bıkmış taşımaktan.
Bırakmış sonunda elinden.
Ama hüznü azalacağına daha da artmış.
Şaşkın şaşkın bakamaz olmuş etrafa.
Anlamaya başlamış her şeyi.
Anlamamayı özlemiş.

19 Mart 2009 Perşembe

Ne olursan ol gel!

1.Aşama: İnkar
2.Aşama: Kabullenme
3.Aşama: Mevlana
En sevdiği bölümdü son aşama. "O kadar bölüm atlamış mıyım?" derdi gülerek.

Sinestezik Noel ile tanıştıktan sonra mucizelerin o kadar da eğlenceli olmadığını gördü. Bir kişiyi bile hafızadan silmek bu kadar zorken yaşadığı her anı ayrıntısı ayrıntısına hatırlayabilmesi zor olmalı diye düşündü.

Nollywood'a gidesi geldi ama Hugo onu tuttu. Onun fotoğraflarına baktıkça gidesi kalasına dönüştü.

Ellerine baktı. Ellerine bakarak tuşlara dokunmaya devam etti. Gerçekleri görebildi ama sadece iki saniye. Sonra her şey yine bulanık.

Sonra gözlerini ovuşturdu hızlı hızlı. Çantasından çıkardığı ruju fırlattı gerçek gibi gördüğü tek kelimeye.

"Evet. Tam isabet " diye bağırdı.

Kararlı bu sefer böyle konuştuğuna bakmayın efendim.

28 Şubat 2009 Cumartesi

?

Parlaksa her yer,
göremez miyiz?
Dipteysek,
duyamaz mıyız?
Sudan çıktığımızda,
rüzgar çarparsa yüzümüze,
değişir mi yine kurduğumuz her şey?
"Evet ben buyum" dediğimizin ertesi günü aslında başka biri mi oluruz?
Dünya elimizdeyse,
ne için uğraşırız?
Doyduğumuzda,
kusmaya mı başlarız?
Tek olmayı unutup, çifte yapıştığımızda tek mi kalırız?
Geliş ve gidiş ipucu mu verir?
Ben olmayı unutursak, hatırlatırlar mı?

1 Şubat 2009 Pazar

Yukarıda Balıklar Yüzüyor

Yukarıda balıklar yüzüyor.
Yerçekimi yok.
Gökyüzünün olduğu yer okyanus,
Ortada biz.
En altta gökyüzü.
Arada yunuslar su sıçratıyor yüzümüze.
Kafalarını uzatıp selam veriyorlar.
Kuşlar aşağıda uçarken bize bakıp şarkı söylüyorlar.
Ne oldu da böyle bir karmaşa oldu.
Bilmiyorum.
Umrumda da değil aslında.
Okyanus yukarıda da güzelmiş diyorum bisikletimle gezerken.
Bir ahtapot çarpıyor kafama.
Ona bakıp gülümsüyorum.
Yağmur yağmaya başlıyor.
Ama şemsiye kullanamıyorum.
Çünkü saçlarım ıslanmıyor.
Yeni bir şeyler bulmalılar diyorum.
Yağmur aşağıdan yağıyor.
Yüzmek için merdiven bulmam lazım.
Tırmandıktan sonra suya giriyorum ve yüzmeye başlıyorum.
Su çok soğuk.
Bir balina beni görüyor.
Kızmış bana.
Bakışlarından anlıyorum.
Burada yüzmemi istemiyor.
Balinaya şeker veriyorum.
Şekeri yedikten sonra deniz yıldızına dönüşüyor.
Ve parlamaya başlıyor.
Gözlerim kamaşıyor.
Ona hoşçakal deyip ortaya geri dönüyorum.
Aşağıya bakıyorum.
Güneş içimi ısıtıyor.
Mutlu oluyorum.

9 Ocak 2009 Cuma

Tramplen

Kolları uzamaya başladı.
Sarıldı dünyaya.
Dünya kadar oldu.
Dünyalar kadar sevdi.
Bir zıpladı ki tramplende.
Geri gelmedi.
Aşağıdakiler bakakaldı ardından.
Ama zıplamaya cesaret edemediler onun gibi.
İzlemeyi yeğlediler.
Beklediler,
geri gelmesini.
Ama gelmedi.
Komadan yeni çıkmıştı.
Beş yıldır hastanedeki çiçekli yatağında uyuyordu o sabaha kadar.
Birden uyandı.
Bahçeye indi.
İlk dikkatini çeken bankların yanında duran tramplendi.
Meraklı bakışlara aldırış etmeden tramplenin üstüne çıktı ve zıplamaya başladı.
İkinci zıplayışından sonra onu bir daha gören olmadı.
Ama duyan oldu ara sıra,
uzaktan gelen kahkahalarını.

7 Ocak 2009 Çarşamba

1+1=1

Amfinin içinde iki kişi hararetli bir şekilde tartışıyor.
Kırmızı pelerini andıran bir elbise giymiş olan gözlüklü adam uçuyor sanki, tahtanın bir ucundan diğer ucuna giderken.
Ayakları gözükmüyor.
Elindeki cetveli arada tahtadaki formülü göstermek için kullanıyor.
20'li yaşlarda olduğunu tahmin ettiğim sarışın, kıvırcık saçlı çocuk ise bir sandalyeye oturmuş elleri yana sallanır şekilde, adının Peripus olduğunu sonradan öğrendiğim kırmızı pelerinliyi dinliyor ağzı açık bir şekilde.
Ben de istemeden kulak misafiri oluyorum konuşulanlara.
Tamam yalan söyledim.
Çok merak ediyorum neler konuştuklarını.
Konuşulanları duyabilmek için anfinin en arkasında can çekişiyorum.
Arada duyabildiğim bir kaç kelimeyi yıldızlı not defterime yazıyorum.
Neden? diye sorarsanız.
Bilmiyorum.
İçimden bir ses anlatılanların çok önemli olduğunu söylüyor.
Ondandır ki kendimden geçmişcesine not alıyorum.
Sonra bir ara kafamı notlardan kaldırıp onlara doğru bakıyorum.
Ve donup kalıyorum.
Karşımda bir ayna olsa şuanda bakabileceğim,
büyük ihtimal şok halindeki beni gördüğümde korkacaktım.
Kıpırdayamıyorum.
Gözlerim gördüklerine, kulaklarım ise duyduklarına inanamıyor.
Neyse bütün bunlar 20 saniye içinde olup bitiyor.
İyi ki de böyle oluyor.

Gördüğüm manzarayı anlatmak istiyorum size.
Biraz önce bahsettiğim kırmızı pelerinli adam iki tane olmuş.
Sarışın kıvırcık saçlı çocuk da iki tane.
Yani toplam dört kişi var şuanda karşımda.
Ama ikisi daha renksiz ve saydam.
Diğer ikisi ise sandalyede ölü gibi hareketsiz duruyor.

Kırmızı pelerinlilerden renksiz olan konuşmaya başlıyor ardından.
Çaylikus sana anlatmak istediğim şudur ki;
sen bir tane değilsin. ( o sırada yan sandalyelerde oturan ikiliyi işaret ediyor.)
Kimse bir değil.
Karmaşalar yaşamanın sebebi budur.
İkisin sen.
Ama bir içinde iki.
Yani biz 1+1=Büyük Bir'iz.
Bu formülü aklından çıkarma.
Şimdi yapman gereken bunları sende buluşturup uyumlu olmalarını sağlamak.
Uyumlu olur, çatışmazlarsa her şey yolunda demektir.
Karışıklık olmaz.
Ama ikisi de bildiğini okumak ister ve anlaşamazlarsa vay haline.
İşte durum bundan ibaret.

Zil çalıyor o sırada.
Zilin sesiyle ben de kendime geldim ama hala masanın altında sessiz bir şekilde oturuyorum.
Buarada Çarlikus ve Peripus tekrar iki oldular.
Ve amfiden çıktılar.

5 Ocak 2009 Pazartesi

Kont Basva

Dev dünya haritasının karşısına geçti.
Gittiği son ülkeyi de işaretledi.
Ruhu gibi rengarenkti haritası da.
Telefonu eline aldı.
Gitme vakti gelmişti yine.
Gittiği hiçbir yerde bir haftadan fazla kalmazdı haksızlık olmasın diye o ülkeye.
Ait olma ve sahip olma duygusunu öldürmeyi öğrenmişti.
Zaten ilk ders bu değil miydi?
Hiçbir şey senin değil sen de kimsenin değilsin.

Bu cümle ilk çınladığında kulağında İngiltere'de Kont Basva'nın yanında çalışıyordu.
Kont Basva astronomiyle yakından ilgili olduğu için Bashiva'ya yaptığı her çalışmada destek oluyordu.
1824 yılının en soğuk günlerini yaşıyorlardı o sıralar.
Basva 250. yaşını kutlamak için Babilague Şatosunda görkemli bir balo vermeye karar vermişti.
Ama mutlu değildi.
Yıllar ilerledikçe sabırsızlığı ve siniri daha da artıyordu.
Kan bile artık onu mutlu etmiyordu.
Hatta tiksindiriyordu bu zavallı ölümlülerin kanı onu.
Bu zayıf yaratıkların kanından başka bir şey olsa onu tercih edebileceğine yemin ederdi.
Nasıl olur da her şeye sahip olduğunu ve onu sonuna kadar kendisininmiş gibi sömürebileceğini sanan bu zavallıların kanlarına muhtaç olabilirdi.
Bu haksızlıktı.
O gitmek istiyordu onlar ise sonsuza kadar kalmak istiyorlardı komik bir şekilde.
Gidebilmek için dünyanın sonunun gelmesini beklemekten başka şansı yoktu.
Bu nedenle astronomi adına yapılabilecek en küçük bir gelişme için bile gözünü kırpmadan bütün servetini harcayabilirdi.
Onlar çok şanslı Bashiva bunu nasıl anlamazlar? demişti gezegenlerin dizilişi hakkında yaptıkları bir tartışma sırasında.
Zamanı gelince gidecekler.
Biz ise hep burdayız.

145 yıl geçmişti bu sözlerin üzerinden.
Eski günleri hatırlamak hüzünlendirmişti onu.
Bir bilet aldı ve kaldığı yerden devam etti yolculuğuna.
Site Meter